06-26
Tüm yollar öze çıkar…
Yazan:
Ankara.
Ortamcı, memur çocuğu yiğitlerin, güzellerin, tahta kaşıklar kırdığı, yer yer yeşil, düzenli beton tarlası…
Evdeyim. Aralık ayı sonları.
Gün 6-7 gibi başladı. Ne ara, nerede, ne koşullarda yıkanabileceğiniz belirsiz oluyor böylesi yolculuklarda. Yola düşmeden önce yapılması gerekenler arasında, sıcak suda yıkanmak, ikinci sırada geliyor bana göre. İlki, tartışmasız, götürülecekleri bir araya toplamak, düzenlemek, boğçalamak. Önceki günden bitirdiğim için usumda yer etmedi ilk aşama. Doğrudan ikinciye geçtim.
Yola çıkmadan önce ne yapıyor olursanız olun, özellikle deneyimsizseniz benim gibi, ister istemez “Eksiğim var mı?” yı düşünüyorsunuz ara vermeksizin. Sıcak suyun altında bunu yaptım ben de, on dakika kadar. Oldum olası verimsizliği sevmedim; yıkanırken kullandığım suyu düşünmeme yol açıyor bu da. Eksiklerimi düşünürken, uzatmadan mutfağa geçtim.
Bisikletin sağına soluna, orasına burasına sığdırabilecekleriniz sınırlı. Yeriniz yok, olsa bile yüklendiklerinizin her biri, adı üzerinde, yük, ağırlık. Bedeninizin sınırlarını bilmek de yolculuğun ne kadar süreceğini önceden, aşağı yukarı da olsa kestirebilmek de çok önemli. Benim öngörüm, çizdiğim yola göre, en az 3, en çok 4 günlük bir yolculuk olacağıydı. Bu ilk yolculuğum olacağı için ne bedenimi ne de Kısrak’ı(bisikletim) yeterince tanımıyordum. Sonuçları oldu elbette. Anlatacağım.
Ne sıkı ne de yetersiz bir kahvaltı sonrası, toparladıklarımı kapının önüne yerleştirdim. Yedikleriniz, büyük olasılıkla, düşündüğünüzden çok daha önemli. Yola çıkmadan çok yerseniz, bacaklarınıza gitmesi gereken kan, midenize yetişmeye de çalışacağı için, yola yorgun çıkarak başlarsınız. Ağrı bile yapabilir. Öte yandan az yerseniz ne olacağı ortada; “Aç ayı oynamaz.” demek yeterli olacaktır(“Aç ayı oynamakta zorlanır.”, bu durumda). Çabuk yorulmak istemezsiniz.
Yolda yemek de yola çıkmadan yemek kadar önemli. Yeri geldiğinde sözünü edeceğim.
Yanıma aldıklarımın genellenmiş bir dizelgesini sizlere şöylece sunuyorum. Yolda yaşadıklarımı da göz önüne alarak, kendi yolculuklarınız için bu dizelgeye eklemek ya da ondan çıkarmak da sizlerin bireysel yargılarına bağlı olacaktır:
- Hafif, su geçirmez çadır
- Uyku tulumu
- Büyük sırt çantası
- Küçük sırt çantası
- 2 suluk
- 4 günlük iç çamaşırı çeşitleri, kalın giysiler, içlik
- Yedek giysiler
- Yedek ayakkabı
- 2 yedek iç lastik
- Çakı
- Küçük metal bardak
- Yolluk atıştırmalık
- Kitap
- Çizim defteri, kalemler
- Yedek telefon
- Şarj gereci, aktarım kablosu
Kahve mi çay mı? Benim için seçim kahve olmuştur. Çay, özellikle midem dolu değilse bulantı yapıyor bende. Kahveyi seçmemin nedeni yalnızca bu değil kesinlikle; temelde yüksek okulda edindiğim alışkanlıkların yalnızca biri kahve içmek de. Bırakmasam da, azaltmak istiyorum; Karadeniz’in tavşan kanı çayı varken kahveye ne gerek?

“Bisiklet ile trafik bir arada olmuyor.”, “Tehlikeli.” ya da “Türkiye’de zor.” diyenlerdenseniz, benden daha erken çıkmanızı öneririm. Başta sözünü ettiğim memur çocukları, Ankara’da, bu saatlerde(8-9 gibi) yola düşmüş oluyor. Başkent büyük. Düzenli kent olsa da, trafiği de nüfusuyla orantılı. Araçsız yollar isteyenlere önerim, en geç 7’de evden çıkmalarıdır. Ne kadar daha erken çıkarsanız, o kadar daha az araç göreceksiniz.
Olağan şartlarda, Ankara-Eskişehir arası yaklaşık 300km’lik, neredeyse dümdüz bir yoldan ötesi değil. Anadolu’nun her köşesi gibi(abartısız, böyle düşünüyorum) bu yolda da görülecek bin bir çeşit yer var. Öte yandan, ben bilgisizim, toyum. Olmadık bir yoldan, Nallıhan yanından gitmeyi yeğledim. Serüven olsun dedim. Oldu da… İzlemeyi umduğum yolun bir görselini şöyle paylaşayım:

Konaklamayı umduğum yerlerin bir dizelgesi ise şöyle(Anlamsızca verildiğini düşündüğüm “İngilizce adlandırma çabası” nedeniyle yapılan yanlışı, düzeltmeden paylaşıyorum. Türkçe’ye bir gün değer verilmesi umuduyla…):
- Cangara Kamping Piknik / Beypazarı / Ankara
- Doktor Camping Gürleyik / Mihalıcçık / Eskişehir
- Musaözü Tabiat Parkı / Musaözü / Eskişehir
Şaşırtmaz; umduğum gibi olmadı. Neredeyse hiçbir öngörüm gerçek olmadı desem yalan olmaz. Sakatlık, soğuk, kalacak yer sorunu, uykusuzluk, açlık, değişmesi gerekenler…
Ankara’nın içleri, gündüzleyin pek sıradan oluyor bana göre; günün tüm saatleri gibi. Katılır mısınız bilmem: Tüm büyük kentleri aynı buluyorum ben aşağı yukarı. Evden işe, işten eve… Belki, yaşınıza göre, evden okula, okuldan eve… Oldukça sıradan, oldukça boğucu. Kentten çıkana değin trafikle boğuştum ben de.
En baştan söyleyeyim: Bence büyütüldüğü kadar büyük değil “Trafikte bisiklet” sorunu. Macaristan’da kaykay sürerek okula gittim ben, bisikleti kıyıya koyun. Gerçekten “Ezilecek miyim?” derdiniz olmuyor Avrupa’nın kimi küçük kentlerinde(ben temelde Debrecen’deydim, Pecs ile Budapeşte’yi de gördüm). Bunun başta gelen nedeni, bana göre araç sayısının azlığı. İkincisi, yurttaşların yasalardan çekinmeleri. Kimisi buna yasaya ya da düzene “saygı” diyor. Benim gördüğüm bu değildi. Korkuydu daha çok, çekinceydi. Korkusuzluğumuzu, kanunsuzlukla çakıştığı için yermeyi doğru bulmuyorum ben. Aynı korkusuzluğu bisiklet üzerinde göstermek de olası bana göre. Uslu şekilde elbette; kamyonla kafa kafaya girilmez. Ancak otomobil sürücüsünün de saygısını kazanmadan, öylece saygı görmeyi beklemek bana gerçekçi gelmiyor. Bu bağlamda: Birkaç kez önüme kırıldığı da oldu yol verildiği de; bisiklet ile araç birbirine eninde sonunda, yeniden alışacaktır. Bisiklet yollarımız olsa iyi olur bence de, evet; öte yandan bisiklet yolunda, bisikletten çok yayaların gezeceğini hepimiz biliyoruz. Hatta “Getir”cilere kestirme olacaktır o yollar, yayalardan da önce. “Türkiye böyle işte, ben gideceğim Batı’ya.” demek de çözüm değil. Türkiye geleneğine uygun düşünülmeli ve ancak öyle düzenlenmeli trafik. O güne değin, bence oldukça anlayışlıyız, oldukça olgunuz ülkecek. Yollarda çok şey yaşadım: Neresinden bakarsanız, oraya doğru çekmeniz olası. Bakacağı yeri seçmek de bireye kalıyor…
Kentler arası yolarda ise, kent içi trafiğine karşın, gördüğüm ve düzeltilmesini umduğum, gerçekliğinden kuşku duymadığım bir iki sorun var, kesinlikle var. Bu sorunları 06-10 gezisinde yaşadığım olaylar üzerinden anlatacağım için, onlar burada yer edinmeyecekler.
İlk durağım olan Ayaş’ın yüksekliği 1000m kadar. Yol üzerindeyse 1200m’ye kadar çıkmak gerekiyor. Bedeninizle uzun yol yapacaksanız, bu yol sınırlarınızı zorlayacaksa, kaslarınıza bir anda yüklenmemeniz gerektiğini deneyimli sporculara sorun… Erkenden yorulursanız, geri kalan yolu gitmeye durumunuz kalmaz. İlk yanlışım bu oldu. Ayaş’ta gecelemeyi düşünmüyordum. İkinci durağım olan Beypazarı ise Ankara’dan 100km kadar uzakta. Üstelik, o güne değin bir kerede en çok 70km kadar gitmişliğim var(o yolun sonunda da pestilim çıkmıştı). Tüm bunlar çerçevesinde, Ayaş’a doğru sürerken, geceyi Beypazarı’nda geçirebilecek kadar ilerleyebileceğimi söyledim durdum kendime. İlk kez 100km’yi aşacaktım.
Sorunu görebildiğinize eminim. Gezmeye mi çıktın, yarış mı ediyorsun? Kendime sık sık sorarım benzeri soruyu. Yemeği bile çabuk yerim ki yapacağım işe döneyim. 15sn’de ayak yolundan çıkmışlığım var sırf bu yüzden, ayıptır söylemesi. Sonuç odaklılığım, törpülenmesi gerektiğini düşündüğüm huylarımdan biridir. Benim gibi bireysel gelişim meraklıları sormadan söyleyeyim: Evet, yolculuğun yararı oldu…
Sincan’dan çıktıktan sonra Akçaören üzerinden, Ayaş’a insan gibi varmak olası. Yollar yeterli. Bu günlerde, birçokları nedense uçak pisti gibi yol bekliyor. Yineliyorum, yollarımız yeterli. Üstelik yaklaşık yirmi senelik, kök salmaya çalışan bir başka yönetimin elinden de geçtiler. Böyle düşününce, yollarımız eğitim sistemimizden iyiler… Konu dağılmasın: O yol yerine, ara yolu seçtim ben. 29 Ekim’e girerken sola dönüyorsunuz; Erkeksu ya da Yenikayı’ya doğru. Ayaş’a kadar götürüyor sizi.
Dönüşün ardından, birkaç küçük tarla geçtikten sonra, ömrümde çıktığım en zorlu bayırla karşılaştım(o ana değin). Google Haritalar’da inceleyip, “Hm, burası yokuşmuş. Çıkarız…” demekle olmadığını öğrendiğim yerdir. Ayaş yüksek, sayılara bakınca “İeeh, yüksek sayılır.” denecek kadar yüksek. Çıkarkense, Everest… Ana yoldan gitseydim, belki o kadar dik değildi yokuşlar. Bilmiyorum, denemedim. Ama o yokuş, unutmayacağım yokuşlardandır. Şimdi gitsem, deneyimim “Bu kez daha rahat olur.” dese de çekiniyorum; usumda öyle yer edindi, travma oldu bana orası.

Bel gibi sağa sola, yılan gibi yukarı aşağı kıvrıla kıvrıla çıktım yolla ben de. Sağda solda, artık birçok yerde karşılaşabileceğiniz “hobi bahçeleri” var. Satın almayı düşünüyorsanız, bilginiz olsun(yıl: 2022). Satışa açık mı bilmiyorum gerçi, ama değerlenebilir. Kentler büyüyor sonuçta…
Şu görselse, içinden geçtiğim küçük bir köyde, terk edilmiş bir yapının dışından aldığım görseldir:

Köyü geçtikten sonra, iniş çıkışların, bayırların sonunun gelmediğinin ayırdına vardım. Bacaklarım kendilerini bırakmaya başladı. Sporcu olsanız bile bu olağan bir durum; yeterince yemek yemek önemli. Kaslar havayla çalışmıyor. İşin gerçeği, çalışıyorlar, hava da gerek de işte, konu o değil.
Uzun süreli bisiklet sürecekseniz, bunu karşılayacak kadar da yemediyseniz, gerekli ATP’yi yağlardan elde etmeye başlıyor bedeniniz. Benden çok daha bilgili birileri, benden çok daha bilimsel bir dille, çok daha eksiksiz anlatabilir bunu bilmeyenlere: İlginizi çekiyorsa, kesinlikle bir bilene danışın. “Kardiyo” dedikleri programlar, aşağı yukarı uzun süreli bisiklet sürmekle aynı ve bu cahilce sözünü ettiğim düzenek düşünülerek, bireye göre hesaplanıyor. Ve nedenini bilmiyorum, ancak özellikle bu “yağ yakma” aşamasına geçiş sırasında eşsiz bir bitkinlik çöküyor üzerinize. Sepet topu oynadığım günlerde eğitmenimin “işte o anda kendini daha da zorlayacaksın” dediğini anımsıyorum. Gerçekten de, o anda zorladığınızda başka bir düzeye geçmiş gibi oluyorsunuz. Ne kadar sağlıklı olduğunu bilmiyorum, işin kendini zorlama kısmı kesinlikle benim size bir önerim değildir. Ancak deneyimime göre, bedene ne verirseniz, ona uyum sağlamayı beceriyor bir şekilde. Siz, yine de kendinizi zorlamayın derim; benden duymadınız…
Dolayısıyla yolda, azar azar yemek önemli. Kısrak’ın kadro çantasında, yola çıkmadan bir gün önce annemden rica edip hazırlattığım “fırında meyve-çikolata lapası toplarına”, yolun ilerisinde gerekir diye pek dokunmamıştım. Bedelini ödeme zamanı bu köyün sonunda geldi belli ki… Bu meyveli toplardan (biri bebek eli kadar) yarım saatte bir baş yemeniz yeterli olacaktır. Bunu öneri olarak alabilirsiniz.
İlerleyen bayırların birinde, yenilmişlik duygusu içinde Kısrak’tan indiğimi anımsıyorum. Yer yer hobi bahçelerinde köpekler de havlıyordu sanırım. Açlık ile bitkinlik, yalnızca kaslarınızı değil, duyularınızı da etkiliyor. Üstelik bir de, yavaş yavaş Kısrak’ı itedururken, sağ dizimde inceden bir ağrı başladı o sırada. Usumdan geçen tek düşünce “Ayaş’ta yemek. Ayaş’ta yemek. Yemek…”…
Birkaç dakika böyle geçtikten sonra, Tanrı o ıssız yola düşürdü birini; acıdı bana diye düşünüyorum. Gerçekten böyle düşünmüyorum, ama tinsel bir yolculuğa çıktım, nesnel bakmak işime gelmiyor bu rastlantıya. Pickup aracıyla geldi o kişi Ankara’dan. O yolu yeğledi, varacağı yer de Ayaş’tı. Yanıma kadar sürdü, durdu, “Atayım mı arkaya?”, diye sordu. Soluk soluğa “Olur abi, çok iyi olur.”, demeyi denedim. Kısrak, yüklüyken 20-30kg kadar geliyor. Bitkin durumda, bayırda, zorla onu da kendimi de çıkardım, çöktüm arkasına aracın. Ayaş’a kadar, 10-15km kadar, hoplaya zıplaya gittik, 2-3 gibi yerel bir yemekçideydim(lokanta). Eğer okuyorsan, çok sağol üstadım.
Ayaş’ı size de kendime de, uzun uzun betimlemek isterim. İsterdim… Ancak ilçeyi uzun uzun gezmem de gerekirdi bunun için. Midemi doldurup yeniden yola çıkmam, Beypazarı’na yetişmem gerekiyordu. Öyle olunca, bir tepeden, mezarlığın yanındaki bir çardağın içinden, uzaktan gözleyebildim kısaca. İlçe, uzaktan yemyeşil görünüyor. Bir yerinden diğerine gitmek isteyen tüm araçlıların, basabasını delip geçmesi gereken bir de özeği var. Bu açıdan çoğu küçük ilçeye benziyor. Aradığınızı bulabileceğiniz, büyük kente gitmenize gerek bırakmayan, kendine yeten bir yer. Özeğe indiğimde, gözüme bir telefon tamircisinin çarptığını anımsıyorum. Özel bir yere de benzemiyordu. Belki konumu ilgimi çekti. Emin değilim. Sonraki gezilerimde, yerindeyken notlar almam gerektiği ortada…

Dolu mideyle, başlarda sözünü ettiğim gibi, yola çıkmak doğru değil. Ek olarak, dinlenmek de ilerlemek kadar önemlidir. Bir yanlışı da burada yaptım. Benzeri bir duruma düşerseniz, ertesi gün yola çıkmak daha doğru olur.
Beypazarı, Ayaş’a göre 40km kadar kuzeybatıda kalıyor, yüksekliği yaklaşık 700m. Yolda yokuş aşağı kendinizi bıraktığınız yerler de yeniden yükselmeniz gereken yerler de var. Düz yolda, yüklü bisikletle 40km en çok 2 saat kadar sürecektir. Yol düz değil, bacaklarım yorgun, sağ dizimde hafif bir ağrı var, midem dolu… Yine de ve yeniden, kendime fazla fazla güvenerek yola düştüm.
Bu yolda ilgimi çeken bir yerden kısaca söz etmek istiyorum. İlk kez böyle bir yolculuğa çıktığım için gördüğüm her şeye ilgiyle bakıyor olmam gerçeğinin yanında, başına büyükçe bir bayrak direği dikilmiş, sıradan, yalnız bir çardak görmek, başlı başına ilginç olsa gerek. Yol kıyısındaydı, çevresinde öyle göze takılacak önemli bir yapı da görmedim. Bayrak candır, gölgesinde ölmek yazgımız olsun, ama… Gülünç geldi o an bana. Bir görselini aldım. “Yeryüzü’nün En Yurtsever Çardağı” adını koydum kendimce. Şimdi düşününce, kısa bir ara verebilirmişim orada. Yolum yeniden düşerse, kaçınılmaz…

İzleyen, kışın soldurduğu uçsuz bucaksız bozkırı sulayıp geçen yolları, pedal pedal sürmek 4-5 saatimi aldı. Kuzeye yaklaştığım için yeşillik de belli belirsiz artmaya başlıyor, ağaçlar çoğalıyor. “Erkenden varayım, çadırımı kurayım.” düşüncesiyle bitkinliğim el verdiğince ilerledim önümde git gide kararan yol boyunca.
Beypazarı tabelasını gördüğümdeyse gök bütünüyle kararmıştı. Beypazarı daha büyük. Bildiğim ve gördüğüm kadarıyla turisti de çok. Özeğe doğru dönmeden, ışığını açık gördüğüm ilk yapıya doğru pedalladım. Depoya benzeyen yapının dışında iki güvenlik görevlisi sohbet ediyordu. Esenleştik. “Kışın açık olmaz.”, dediler. Biri, uzaktan da olsa tanıyormuş çadır yeri iyesini. Yalan söylemeyeceğim, ufaktan bir endişe çökmedi değil yüreğime. Pes edip otel bulmak çok zor değil, ancak istediğim bu değildi. Nereye kamp kurabileceğimi sordum. “Atarsın istediğin yere de, domuz olur.”. Domuz. Ömrümde yabanıyla karşılaşmadığım bir yılkı. Dönmeyi beceremediğini belgesellerden biliyorum; vurursa bacağımı kırabileceğinden de eminim. “Bir şey olmaz herhalde.”, dedim. “Valla, sen bilirsin de…”.

Bir süre daha konuştuktan sonra, bitkinliğim ile bacağımın gittikçe kötüleşen durumunu da göz önüne alarak, üç buçuk atan yüreğimin yüreksizliğine kurban oldum. Şimdi geriye baktığımda, kesinlikle “istediğim bir yeri” yeğlemem gerekirdi diyorum. Kışın sulama yapılmayacağı için bir çocuk parkına bile çadırı atabilirdim; karanlıkta ormana çıkmama da gerek yoktu.
Elbette, çocuk parkına çadır kurulmaz. Yasal anlamda bir sorun olacağını sanmasamda (kamuya açık alan), doğru değil. Parkın amacı o değil, rahatsızlık vermek de yakışık almaz: Önermiyorum.
Özeğe vardığımda ilk işim bir otel bulmak oldu. Ayırdına ancak orada varabildim: Bacağım “Ben buradayım.”, demeye başladı orada. Bisikletten indiğim gibi topallamaya başladım. Öyle olunca çok da yürümek istemiyor insan… Sağlığın önemini içselleştirdiğim ilk yerdir Beypazarı. Otele çıkan yirmi kadar basamağı omzumda Kısrak’la, odama çıkan otuz kadar basamağı da Kısrak’tan yüklendiğim boğçalarla yukseldim. Yerleşir yerleşmez, yeniden özeğe inip bir kokoreççi buldum.

Eşine az rastlanır bir davranışın içinde olmanız, bu örnekte bisikletle uzun yol yapıyor olmanız, karşılaştığınız kişilerle konuşmalarınızı da ister istemez etkiliyor. Olağan şartlarda insanlarda rahatsız edici derecede sık gözlemlediğim “ben”i anlatma alışkanlığı, böylesi durumda yerini sorulara bırakıyor. Bu yeniliği, şaşkınlık içinde, ancak kucaklayarak karşıladım. “Nereden geldin?”, “Nereye gidiyorsun?”, “Nasıl oluyor?”, “Zorlukları neler?”… “Ben”, kendini “sen”e teslim ediyor. İlgi gördüğüm için seviniyor değilim, yanlış anlamayın; kendimi anlatmayı en çok herkes kadar seviyorum ben de. Burada bana sevinç veren, oldum olası benimle yaşamış yalnızlık duygusunun azaldığını duyumsamamdı. Belki öğrenme açlığım hep ağır bastığından, belki ergenliğimde okuduğum kişisel gelişim kitaplarından öğrendiğim için, “sen”i çok daha sık kullanmışımdır. İfade vermekten çok soru sorarım çoğu konuşmada. Hatta bu yüzden olsa gerek, “çocuk”, “ezik” gibi çeşitli, küçümseyici takma adlarım çok oldu. Şimdi karşımda “sen” diyen birini görüyor olmak neşelendirdi beni. Ya bitkinliğimden ya da alışmadığımdan, pek iyi yanıtlayabildiğimi sanmıyorum. Ancak mutluydum.
Denebilir ki “sen”e bu kadar odaklı olduğunu söyleyen biri olarak, “ben”i anlatan bir yazı yazıyor olman, çelişkilidir. Katılmıyorum. Yazı boyunca doğrularımdan çok yanlışlarıma vurgu yaptığımı gözlemlemiş olmalısınız. Yanlışlarımı anlatmanın, bana yararı ne olabilir? Duygularımı döküyor olmanın verdiği erinci göz ardı etmiyorum elbette, ancak bu yazı benden çok, siz okuyucuların yararı içindir. Kusurlarımın, gerek duyduğunuz alanda, bireysel gelişimiz adına yargılanmasını umuyorum.
Beypazarı, küçük bir ilçeden az daha büyük. İçinde ve çevresinde Beypazarı evleri, müzeler, tarihi çarşılar, camiler, doğa parkları gibi gezebileceğini çok yer var. Google araması yapmak yerine, yerinde görüp gezmenizi öneririm; ilçe küçük ancak içi dosdolu. Kurusuyla ünlü olduğunu bilmeyen yoktur. Buna ek birden çok yerel yemeği, tatlısı var anladığım, öğrendiğim kadarıyla. Burada birkaç gün kalıp her birini denemek, olanak yaratabilirseniz yapmanız gerekenlerden…
Kahvaltı edip, 9 gibi yeniden yola çıktığımda, dizimi adam akıllı sakatladığımdan emin oldum. Yarım yamalak yaşambilim ve anatomi bilgime dayanarak, hamstrings grubunun(üst bacağın arkasında kalan kaslar) dizime bağlandığı tendonları zorladığımı düşünüyorum, sağ dizimin yan-arka kısımları ağrıyordu. Eğer doğruysa, nedeni, pedalı aşağı ittiğim kadar, çekmiş(ya da geriye doğru itmiş) de olmam. Bu devinim, bisikleti sürerken yapılması gereken bir devinim bildiğim kadarıyla: Özellikle kilitli bisiklet ayakkabısı kullanıyorsanız, ister istemez tüm bacağınızı çalıştırıyorsunuz(ben kullanmıyorum, ancak yol boyunca bile isteye kullanır gibi sürmeye çalıştım). Öte yandan, benim gibi toysanız, bacak deviniminizi ağırdan almanızı öneririm. Hangi kaslarınızın zayıf olduğunu zor yoldan öğrenmenmeyin…
Beypazarı-Çayırhan arası 25km kadar. Yol, çoğunlukla bayır aşağı, dolayısıyla bisikletle oldukça rahat. Kış aylarının bozkırı nasıl etkilediğini özellikle solunuzda, Karadeniz ikliminin soğuğa karşın toprağı nasıl canlı tutabildiğini ise (yer yer) sağınızda görebiliyorsunuz. Aynı manzara, biraz daha ileride, Nallıhan’a doğru giderken daha kesin, keskin. Karşıtlığı seyrederken dizimin ağrısını biraz olsun unuttum Çayırhan yolunda.

Hemen girişinde büyükçe bir kömür işletmesi var Çayırhan’ın. Yol, işletmeyi ikiye bölüyor, parçalarını birbirine bağlayan iki köprümsünün de altından geçiyor. Köprümsü diyorum, çünkü ufak pencereler dışında içinin dışarıyla bağlantısı yok bu geçitlerin. İçlerinde kömür taşıyan kemerler mi var, yoksa sıradan üst geçitler mi bunlar, bilmiyorum. Altlarında süzülürken(yokuş aşağı) bir iki kamyon sürücüsüyle de esenleştik burada. Ülkemi neden sevdiğimi anımsattı bana. Tanışmayız etmeyiz, herkes birbiriyle karındaş bu ülkede(büyük, işlek kentler dışında). İyi niyet, iyi niyetle karşılanıyor, sorgusuz. Avrupa’ya soğuk denmesinin bir nedeni var…
Önceden belirlediğim kamp yerine gitmeden, yol üzerinde bir yemekçide yedim. Mevsim dolayısıyla çok iş yapmıyor sanırım. Bir de herkes işte, öğlen saatiydi vardığımda; sokaklar bomboş… Yerel bir oğuş işletmesiydi, iyeleriyle tanıştık. Kuşbaşı-kaşar, salata, cin biber… Öyle iyi geldi ki…
Temelde, burada yalnızca gezinip, Gürleyik’e yola çıkacaktım. Belediye, Sarıyar Barajı’nın kıyısını(bir bölümünü) işletmelere vermiş, bir mesire yerine dönüştürmüş. Gittiğimde çalışmaları da sürüyordu. Soruşturdum, “kamuya açık alan”, kalmak serbest. Oturmalık, henüz açılmış bir yere yerleşip kahve istedim. Biraz kitaptan, karşılaştığım bir iki kişiyle de karşılıklı “sen”,”ben”den sonra, orada gecelemeye karar verdim.
Konuşmalarım sırasında, kimilerinin belediyede tanıdığı olduğunu, bunun kazançlarına çok yarar sağladığını öğrendim. Burada yaşayanların çoğunun, Karadeniz’den göçenler olduğunu duydum. Bu iki bilgi arasındaki kaçınılmaz bağlantıyı da kurdum tabi. Konuyu burada bırakıyorum.
Baraja bakan iki çardak arasına, seke topallaya çadırı kurarken patladığını gördüğüm ön tekerin iç lastiğini de değiştirip, yeni yedek almak üzere bir bisikletçi aramaya çıktım. İlçenin/mahallenin(sanırım Nallıhan’a bağlı burası), “gelişen” bölgelerinde, her “gelişen” bölgede olduğu gibi, ne yazıktır ki, işletmelerin yerli yersiz İngilizce adları var. İstanbul gibi, her yıl milyonlarca turist çeken bir bölge olsa, göz ardı etmek olası; ancak, Çayırhan öyle bir yer değil. İngilizce’yi “havalı” bir dil sanıp kullanmanın bir sonucu olarak görüyorum bu durumu. İngilizce’yi “havalı” göstermek neyin sonucudur, kimlerin suçudur sorularının yanıtını ise sizlere bırakacağım. Erincimi derinden sarsan bir sorumsuzluk, umarsızlık örneği bu(şimdilerde bu konuda bıkkınlık sergiliyor olsam da…).

Ne olursa olsun, gezebileceğiniz bir başka bölge Çayırhan. Ben içinde, kısa süre gezebildim; ancak çevresinde de görülecek yerler var. Yerlisi “Roma Mezarları” gibi bir ad vermişti sanırım: Google Amca’ya “Juliopolis Nekropol” adıyla sorarsanız, bir kazıbilim kazısı alanı bulacaksınız. Baraj manzarasıysa her yerinde güzel.

O gece benim için neredeyse bir evsizinki gibi geçti. Nasıl Beypazarı’nda sağlığın önemini anladıysam, Çayırhan’da da ocağın önemini anladım. Özellikle ayazda… Çadırdan çıktığımda hem kumaşın üzerini hem de Kısrak’ın bütününü kırağıyla kaplanmış buldum. Gece boyunca soğuğun da etkisiyle topu topu birkaç saat uyuyabildiğim için şaşırtmadı bu; yine de içine gömüldüğünüz bir iki milimetre kumaşın dışında neler yaşandığını gözünüzle gördüğünüzde etkisi bir başka oluyor. Soğuğun dışında bir de ortamcı yiğitler, gecenin o ayazında içmeye geldiler. Bir ikisi laf attı, bir ikisi korna çaldı. Bu konuda uyarılmadım diyemem. Oraya ilk vardığımda jandarmayla da konuştum çünkü. Söylemişti, kulak arkası ettim… İyi yanından bakacak olursanız: Gerçekten öğrenmek, böyle olmuyor mu?
Kışın dışarıda yatacaksanız, pek kalın giyindiğinizden de kalacağınız yerin hem güvenli hem sessiz olacağından da emin olun…
Bu dille anlatıldığında kulağa nasıl geliyor bilmiyorum. Ancak şu da bilinsin isterim: Yaşadığım tüm bu sorunlara karşın, aynı anda çok çok keyif aldım o geceden. Özellikle öğreniyor olmak, neyi öğrendiğimin bir önemi olmaksızın, özellikle de öğrendiğim konuda tutkuluysam, açıklaması güç bir keyif verir bana. Benzeri duyguların esiriyseniz, soğukta bir gece geçirmek, korkunun esiri olmaktan çok daha iyidir.

Sıradaki durağım olan Gürleyik’e giden iki ayrı yol var. Biri diğerinden daha inişli çıkışlı ancak kısa, diğeri daha düz ancak uzun. Bacağımın durumu gittikçe kötüleştiği için uzun yolu yeğledim. Nedeni, daha düz olmasının yanında, diğerinin tersine bu yolun Nallıhan’a çokça yaklaştıktan sonra Gürleyik’e dönüyor olması. Dizim, yolda dayanılmaz duruma gelirse, doğruca Nallıhan’a sürebileceğimi düşünerek karar verdim, yola düştüm. Üzerinde durmayacağım, ancak “İyi ki…” dediğim kararlarımdan biridir. Diğer yolu seçseydim, hava karardığında yolda kalmış olacağımdan oldukça eminim.
Serüvenin bu bölümü, benim için de bu anlatı için de, en karanlık olanı.
Kaslarınızın yorulması, yedirilebilir bir durum. Üzerine gider, belki az daha yüklenir, ertesi güne, bilemediniz sonraki güne çakı gibi, çok daha dinç, çok daha güçlü uyanırsınız. Aç ya da tokken sürmek, zorlasa da katlanılabilir durumlar; son durakta yiyerek ya da ara ara dinlenerek üstesinden gelinebilir. Kalacak yer bulamadıysanız, çadırınız var. Paranız kalmadıysa, bisikleti eve değin, geldiğiniz gibi sürebilirsiniz. Yiyecek bulmamıyorsanız, yabandan da beslenemediyseniz, en kötü olasılıkla yakınlarda bir yerde size destek olacak birileri bulunur; burası Türkiye. Öte yandan: Yolda tendonlarınızı zorladıysanız, kemiklerinizde ya da eklemlerinizde sorun varsa, özetle devinimizi zorlaştıran ya da bütünüyle kilitleyen bir sorunla karşı karşıyaysanız, hele bir de ıssız bir yoldaysanız, yukarıda saydıklarımı bütünüyle unutun… En yakın yerleşim yerine varana değin bir başınasınız.
Sağ dizimde gittikçe keskinleşen sızı, şimdi pedala her dokunduğumda canımı yakar durumdaydı. Yol üzerinde Nallıhan Kuş Cenneti’ne uğradım, ayak yolunu kullanmak, dizimi denetlemek istedim ancak kapalıydı. Kapalı dediysem, kapıları açıktı, ancak kimse yoktu. İşletme, Çayırhan Köprüsü’nün hemen yanında. Belki bacağım yüzünden, belki gerçekten bomboş olduğundan, ilgi çekici bir yanını göremedim(belki yazın gezilebilir).
Hemen ardından bir bayır geliyor. Yayla olduğunu düşündüğüm bir alana doğru tırmanıyorsunuz. Yol, çapraz yaparak çıkamayacağınız kadar dolu, sakat dizinizle doğrudan tırmanamayacağınız kadar da dik. Bir şekilde başardım, düzlüğe çıktığımı düşündüğüm yerde bir fotoğraf çektim.

Ardından uzunca, hafifçe bir yokuş(belki bana öyle geldi) geliyor. Sağınız solunuz tarla. Uzunca da dediysem, belki yirmi kez durup dinlendiğimden… Her durduğumda Gürleyik’e nasıl varacağımı tartmaya başladım burada, hepsinde de dizimi biraz daha ovuşturup yeniden Kısrak’a bindim. Özenlice, canımı yakmadan…
Bir noktada, buralarda bir yerde, pes ettiğimi anımsıyorum. Kısrak’tan inip, ikimizi de sürümeye başladım. Sürümek diyorum, çünkü dışarıdan bakınca Oğuz Yılmaz’ın Topal’ını anımsattığıma eminim. Yalnızca sağıma basmak acı vermiyor, sağımı uzaktan yakından bir şekilde ilgilendiren, yaptığım her devinim acı veriyor artık. Dönüp arkama mı bakacağım? Özenle. Eğilip ayakkabımı mı bağlayacağım? Kolay gelsin… 30kg’lık Kısrak şu bayırı mı çıkarılacak? Güldürdü… Önümde küçük bir taş mı var? Önce dur, sonra ilerle; yavaş ilerle…
Dolu bisikletle, düz yolda, saate 20-30km sıradan bir sayı, bu şekilde uzun süre gidebilirsiniz. Benim dururmumda 10km, 4 saat sürdü o gün. Ağır ağır yürümeye çalışırken, soluma doğru, yolun karşısındaki tepede bir çoban ile koyunlarını gördüğümde, göğsüm ağırlaştı. “Yolculuk burada bitti.” diye düşündüm. Çevrede çadırı kurabileceğim çok yer vardı, çünkü çevrede hiçbir şey yoktu. Birilerini arayabilir, gelmelerini bekleyebilirdim: “Anne, yolda kaldım. Sakatlandım.”, “Baba, bir el atsan…”… Yenilmek, utanç verici olmamalı. Kusursuz değiliz, beceremedim işte, ben de insanım…
Burada, kendim için, kısa bir paralel parantez açacağım. Ezilmek, küçümsenmek, saygısızlık görmek… En zayıf yönümdür. Kaldıramam demek değil bu, ancak çok derinden etkilediğim yadsınamaz, ne bence ne de başkasınca. Aldatıldığım için son on senedir kabuslar görüyor olmam bunun en güzel, en yerinde örneği. Birilerini arayıp, destek istersem “Ben demiştim.” tümcesini duyma olasılığım vardı. Ben düşkün müyüm? Ben beceriksiz miyim? Ben ezik miyim? Aptal mıyım? Asla. Destek istemek, desteği bulamasan da yoluna devam edebilmek ayrı, “Beceremedim, yardım et.” demek ayrı. Gurur? Belki. Ego? Zorlarsan, denebilir. Ayırmaksızın, kesinlikle, hele ki on senede yaşadığım sayısız kaygı bozukluğu krizinden sonra, herhangi birine “Şu an, sensiz bir şey yapamıyorum.” dememe olanak yok. Birine ihtiyacım, “olamaz” benim. Olduğunda yaşadıklarımı biliyorum…
Şimdi geriye bakınca, bacağım kırılmış bile olsa, geçen araçlara el etmek yerine birini aramayı yeğleyeceğimden emin değilim. (kesinlikle önerdiğim bir davranış olmayıp, değiştirdiğim de bir davranış bu. Bununla ilgili, Balıkesir gezimde yaşadıklarımı o yazıda anlatacağım. Destek istemek, zayıflık değildir…)
Biraz daha zorlarsam, birkaç kilometre ilerideki benzinliğe erişebilir, oradan bir taksi çağırabilir, Nallıhan’da bir hastahaneye gidebilirdim. Sonuçta yaptığım da bu oldu. Yer yer topallayarak, yer yer Kısrak’ın sırtında, benzinliğe varana değin ne kadar param olduğunu, taksinin 10km için ne kadar isteyeceğini, nasıl pazarlık edebileceğimi düşündüm.
Benzinlikte yardımcı oldular, bir doblo geldi; hastahaneye kadar da götürdü. Üstüne bir de telefonlarımızı alışveriş ettik, sonradan iyiliğimi denetlediler. Okuyorsanız, çok sağolun…
Yurdumu dilediğiniz gibi eleştirin, insanlarının yüreğimde yeri var. Hiçbir yolculuğumda güzellik dışında bir şey görmedim. Anadolu bu yolculukla, gönlümde adam akıllı yer etti benim. Yönetimler için tırnağımın ucunu vermem ya, insanı için ömrümü veririm. Daha önce dediğim gibi, başka yerde yok: Burada niyeti iyi olan herkes karındaştır. Şu azınlığın sorunu, bu çoğunluğun kavgası… Bunların her biri siyasetçilerce, satılmış medyaca balon gibi şişirilmiş oy kapma stratejilerinin birer parçasıdır. Özellikle Balıkesir turunda yaşadığım, ömrümce de unutmayacağımı düşündüğüm bir olay üzerinden, bu konuya daha ayrıntılı değinmek istiyorum ileride. Şimdilik burada bırakıyorum.
Yol boyunca çektiğim tüm acı, zorunda olmamalarına karşın bana yardımcı olan tüm tinlerce sökülüp alındı bedenimden. Üstüne, benimle ilgilenen doktorum, ben dışarıda MR sonucu beklerken yanıma kadar gelip rapor verdi. Doktora saygımız var ulusça, bunu bilmeyen yoktur; bende de var aynı olumlu önyargı(haberlere, doktor dayaklarına(!) aldanmayın. Yok demiyorum, ama şişirildiğini söylüyorum. Ben o haberleri izlesem, ben de ülkeyi terk ederim. Etmeyin, size saygımız çok; biz insan bedenini sizin kadar okumadık yalnızca. Biraz da burnunuz, belki haklı olarak belki biraz fazla, havada olabiliyor. Böyle şeyler yaşanır. Şişirildiği kadar sık değil öte yandan. Türkiye sizin de yuvanız, güzelleştirmek elinizde…). Ne yapacağımı şaşırdığımı anımsıyorum. Sağ olsun… (ağrı kesici iğnemi vuran hemşire hanım için aynını söyleyemem öte yandan. Böylesi suratsızlık, böylesi umarsızlık görmedim. Koluma vurduğu iğne yüzünden bir de damarım şişti. Belki diğer iğneyi vurmak için kıçıma bakmak zorunda kalması rahatsız etmiştir, bilmiyorum. Öyleyse kusura bakmasın(!).)

Bir öğretmen evi bulup yerleştim, yıkandım. Ertesi gün, sakatlığım geçmemiş olsa da, yola yeniden düşebilecek kadar iyiydim. Geri dönmemeye kararlı şekilde, Nallıhan’ı gezemeden, oradan da ayrıldım; Nallıhan’dan bu gezide, az bile olsa söz edemeyeceğim ne yazık ki.
Emremsultan’da Sazak Köprüsü’nü biraz geçene kadar, yol, işlerlik, sürülebilirlik açısından çok güzel. Manzarası Karadeniz’e kaymaya başlıyor iyice; kışın bile yeşil görüyorsunuz. Dağlık, yaylalar, ormanlıklar, çalılıklar… Ağrılı da olsam, Eskişehir il sınırına varana değin sürüşün keyfini çıkardım bu kez.
Sazak Köprü’sü, az ileride Sarıyar’a bağlanan Kızıldere’nin üzerinde, Emremsultan’ın hemen çıkışında. Köprünün kendisi özer bir yapı olmasa da, gittiğiniz yöndeki ucuna doğru baktığınızda yolun, tepeyi ikiye böldüğünü görüyorsunuz. Aradaki boşluktan, Sarıyar Irmağı’nı çevreleyen dorukların, tertemiz yarı ormanlık havası yüzünüze vuruyor. Bu yarık, doğal mıdır yoksa yolu geçirebilmek için bizler mi açtık bilmiyorum. Nasıl oluşmuş olursa olsun, küçüklüğümle yüz yüze geldiğim bir yerdir.

Az ileride de, Sarıyar’ın üzerinde, Sarıyar Köprü’sü var. İl sınırı burası. Haritalarda, burada bir yemekçinin olduğunu görmüştüm, ancak gittiğimde kapalıydı. Yanımdaki yiyecek sınırlıydı, tedirgin olmadım değil… Ana yolları kullanmıyor, köy yollarına giriyorsanız, yolların kendileri iyi olsa bile, çevrede gereksinimlerinizi karşılayabileceğiniz işletmeler bulamayabiliyorsunuz. Gereken ne varsa, önceden belirleyip götürmek çok önemli…

Irmağın kıyısından sonra, Gürleyik’e doğru önce kıvraklıkla yükselen bir dağ yolu, ardından aynı niteleri benimseyen bir de iniş var. Yollar çoğunlukla boş olduğu için çapraz yaparak çıkabildim; işimi çok kolaylaştırdı. Doktorun yazdığı ağrı kesiciler(hastahane çıkışı eczahaneye uğramıştım: bir hap bir de jel) de elbette yararlı oldu burada. Yolda birkaç kez soluklanıp, tertemiz havada ağır aksak tırmandım.
Aşağıda, il sınırının yakınlarında, kalacağım yerin iyesini arayıp, geldiğimi söylemiştim. Olmadık bir mevsimde çadır yeri aramanın götürülerinden biri, beklenmedikliğiniz oluyor. Karşılıklı iletişimle kolaylıkla çözülebilen bir sorun bu öte yandan. Ben tırmanırken, o da aşağı iniyormuş; yolda karşılaştık. Sağ olsun, bir isteğim olup olmadığını sordu. Burada, şunu vurgulamak gereği duyuyorum: Olmadık bir iş yapıyorum bisikletle, kimse destek olmak zorunda değil. Alçakgönüllülük, saygı değer bulduğum bir nitelik olması dışında, uzatılan eli isteyerek ya da istemeden ısırmamak açısından, tüm gezginlere önerimdir. Az bir yiyecek istedim, esenleştik.

Tırmanırken, aynı yol üzerinde başka bir araç yaklaştı, bu kez arkamdan. İki arkadaş; gezmeye çıktıklarını düşünüyorum. Araçları büyüktü, götürmeyi teklif ettiler, reddetmedim. Ağrı kesici yalnız bedeninizi değil, usunuzu da uyuşturuyor. Araçta karşılıklı konuştuk, “Siz nereye?”, “Ben şuraya.”, “Bu mevsimde… Kafayı mı yedin?”… Keyifliydi, uyuşuktum. Kapılar önümde açılıyor, kutum sınırlarını unutmuş, kendimi bıraktım akışına orada. Çevreyi özenle gözleyemiyorsunuz araçta. Buna karşın kendini belli ediyor benim gibi kent çocukları için: Ağaçlardan, dağlık yollardan, köy evlerinden boyanmış bir güzellik tablosu… Şiir gibi şırıldadık Gürleyik’e doğru. Ekmeklerinden pay etmek istediler. Bu kez dur dedim ama, kaba olmadan reddedemeyeceğiniz bir nokta var konuşmalarda. Ekmeğim de önüme geldi böylece orada. Okuyorsanız, çok sağolun. Konuşmamızdan anımsadığım kadarıyla “N’abıyor bu … salağı?” düşüncesiyle yaklaşmıştınız başta. Sonra düşünceniz ne oldu bilmiyorum. Umarım başınızı ağrıtmamışımdır, ekmeğinizle çıkabildim Gürleyik’ten…
Kalacağım yer, küçük bir oğuşun, küçük köy evinin, büyükçe bahçesi. Gürleyik Çağlayanı’nın dibinde, ağaçların altında, akarsuyun dinlendirici sesi eşliğinde uzun uzun kitap okuyabileceğiniz bir yer. Fazlasıyla destek oldular bana; giden herkesin aynını bekleyip oğuşu bunaltmasını istemiyorum. Dolayısıyla onlara olan saygımdan, tüm yaşadıklarımı anlatmayacağım. İyesine orada söz vermiştim: “Becerebildiğim kadar tanıtımınızı yapayım en azından.”…
Yazın basabası bolmuş buranın. Özellikle karavanıyla gelenler çokmuş. Mangal yapabiliyorsunuz. Ben doğaya geldiğimi düşünerek ikisini de kullanmadım ancak ayak yolu var, elektriği var. Orayı büyütmek istiyorlar, umarım başarırlar. Yolunuz düşerse kalın, düşmüyorsa düşürün derim. Doktor Camping, önerimdir. (başarılarının yanında, adlarının da Türkçe’leşmesi umuduyla. yıl: 2022)
Akarsuların erdiren bir sesi olduğunu düşünüyorum. Ağrı kesiciyle bir olup, bebekler gibi uyuttu beni o ses; soğuk bile işlemedi.

Günün ışığıyla birlikte, sağ dizim de uyandı ertesi gündüz. Ekmeğimi bölüp kahvaltımı ettim. Esenleşmek istedim ancak oğuş uyuyordu, toparlanıp yola düştüm yeniden.
Gürleyik çukurda kalıyor. Gelirken de, giderken de tırmanmanız gerekiyor. Geldiğim yönden varışı, kolay olanıymış üstelik. Önümdeki tırmanış, Ayaş’a tırmanırken yaşadıklarımı yeniden yaşatmak istedi bana. Çapraz da yapsanız, dinlene dinlene de sürseniz yararı yok. Çıktıkça yukarı çıkıyorsunuz, yükseldikçe de doğanun sessizleştiğini duyuyorsunuz.
Burada sözünü etmem gerekir: Gece, ana ereğimden sapmaya karar vermiştim. Yalımkaya’ya gider gibi gitmek yerine, Mihalıcçık’a varıp, orada ne yapacağıma karar verecektim. Bu yeni çizgiyi izleyerek, Dinek’e doğru tırmandım.
Dinek, resmen bir dağ köyü. Çevrenize bakmanıza gerek yok, havasından anlıyorsunuz bunu. Yabancı bir hava bu, kent çocuğuna özellikle. Yalnızca hava var gibi havada. Kir yok, ışık yok, ses yok. Anlatması güç… Bir tek Dinek de değil, o yolda karşılaştığım tüm köyler için geçerli bu. Anlaşılmaz bir sessizlik var oralarda. Belki kış olduğundan, in-cin bile evlere sığınmış; yalnızca köpekler ile ara sıra geçen araçlar bozuyor ıraklığı, yabancılığı. Hava mı ürküttü, köpekler mi bilmiyorum; Dinek’te bir yan yola saptım. Haritada kestirme gibi de görünüyordu.
Yol bütünüyle toprak, çakıl. Kışın, araçlar için bile, özellikle kar yağıyorsa yeğlenmez. Haritada görünmeyen bir mezarlığa teğet geçiyor. Sağda genişçe bir vadi, solda, biraz yukarıda, dağın eteğine kazınmış ana yol kalıyor. Manzara pek güzel, diyecek yok, ancak toprak yolda, yüklü bisikletle tırmanmak us işi değil. Uzun uzun yürümek durumunda kaldım burada. 2km’lik yol 1.5 saatimi aldı. İlacın etkisi de bir yere kadar yetiyor ancak. Topallamaya yeniden başladığım yerdir.
Bu yolu sizi götürdüğü yere kadar tırmanırken bir de Sorkun’dan geçiyorsunuz. Çömlekçiler var burada. Sonradan yaptığım araştırmaya göre, Türkiye’de çömlek üretiminin yapıldığı belli yerler var; yanlışlıkla birinin içinden geçtim sanırım burada. Yeniden uğramak istediğim yerlerden biridir. Çıkışında, bir iki atıştırmalık aldığım bakkalın yanında bile çömlekçi var. Bakkalın iyesi de çömlekçi olacak ki oradan çıkıp geldi yanıma. Sormadım; bitkin ve yola odaklıydım. Ancak bu sonucu çıkarmak yanlış olmasa gerek. Köy büyük sayılmaz, ancak içi dolu anlaşılan. Çömlek istiyorsanız, Sorkun’a yakınsanız, burada bulabileceğiniz bilgisini de vermiş olayım.
Sorkun’u, yolculuğun iki anlamlı doruğu izledi. Kartal Geçidi… Yüksekliği 1610m, yolları bakımlı, kıvrmlı, sessiz… Asfaltın üzerinde olmasam, güdülerime yatay geçiş yapacağımı biliyorum; eksiksiz bir doğa var bu yolun çevresinde. Sizi içine çekiyor. Bir şeyler saklıyor derinliğinliğinde, karanlığında. Üzerine çöken sisin de etkisiyle birkaç ağacın ötesi zifiri karanlık gibi, göz gözü görmez, aramaya çekinir. Yer yer adımladım, yer yer pedalladım bu bayırları. Soluklanmak için her durduğumda bir o arkama, bir bu arkama dönüp baktım istemeden. Ayı çıkar mı? Geyik, domuz, tilki… Kim bilir neler, kimler yuva edinmiş burayı kendine. Yuvanın tam ortasından, çekincesizce geçirmişiz yolu ya, kışın yokluğunda, topallayan iki ayaklıyı görüp acıktığına karar veren yılkının umrunda olur mu uygarlık? Bambaşka bir duygusal durum, bambaşka bir us düzeni içinde, yalpalaya yalpalaya tırmandım yukarı. Yalnızca yukarı…

Annemin yaptığı son meyve topunu ağzıma attım, ekmeğimden kalan son parçayı yedim, suyumun son damlasını içtim. Doruğun birkaç kilometre ileride olduğunu biliyordum. Bilmekle görmek aynı değil ama. Sis, suyun altındaymışsınız duygusu veriyor; kalın, yoğun… Üç-beş metreden ötesi görünmüyor. Soğuk, içinize işleyecek yer arıyor. Dizim kendini bırakmak için bahane arıyor. Yorgun bacaklarım mızırdanıyor. Yel yok, araç yok, kuş cıvıltısı bile yok; bir yokuş var bir de Kısrak ile ben.
Yaşam böyle anlarda o kadar yalın ki…
İstencimin sınırların öğrenene değin tırmandım. “Kartal Geçidi – Rakım 1610”. Tabelanın yanında soluklandım. Sırada ne var, neden var, neresi var… umrumda değil. Kimsenin varlığını önemsemeden, kendi varlığını sürdüren bir gerçeklik varsa, o gerçeklik, benim gerçekliğim değil o an. Ardımda bıraktığım yolu düşündüm.

Birkaç dakika dinlendikten sonra, yüzümdeki şapşal gülümsemeyi silkeleyip durumu tarttım. Bacağımın en az bir ay dinlenmesi gerekecekti. Kısrak sağlam görünüyordu. Yemeğim, suyum yoktu. Mihallıcçık’a olabildiğince çabuk, aynı derecede özenli inmeye karar verdim. Bacağımı dinlendirebilmek için soluma daha çok yüklenmeyi düşündüm. Mihalıcçık’a varır varmaz, önce yemek yeyip, ardından bir toplu taşımayla Eskişehir’e gideceğim konusunda, ben ile tırmandığım yokuşun ötesinde kalan benin tartışmasını dinledim. Tartışmayı yenisi kazandı…
Yol, buradan (Sorkun ile Lütfiye’nin tam ortası) Mihalıcçık’a kadar yokuş aşağı. Kışın soğuğu yüzünüze vurmuyor, çarpıyor. Parmaklarımda kangren oluşabileceği korkusuyla indiğimi anımsıyorum. Eldivenlerinizin kalınlığının yeterli olduğundan emin olmanız, önerimdir.

Uzun, soğuk, uğraşsız yokuşun ardından içinde gezemediğim Mihalıcçık’a varıyorsunuz. İlçenin kendisi de yokuşa kurulmuş, ana caddesinden aşağı bakınca, Anadolu’nun dibine bakıyormuşsunuz duygusu veriyor. Doğa Ana’yla kıyasalandığında, küçüklüğümüz baş döndürücü…
Öngördüğüm gibi bir toplu taşımayla Eskişehir’e varabildim. Bu, yine beklenmedik bir durum yerlisi için; benzerini yapacaksanız, anlayışlı olmaya çalışmanız önerimdir. Bisikleti bagaja koyduktan sonra bir iki ufak çatışma yaşadım orada. Ek ücret ödemem gerekti.
Her yönüyle anlatmaya çalıştığım bu yolculuğumdan, sizler ne sonuç çıkarırsınız bilmiyorum; ancak doğruca anlatabildiğimi umuyorum.
Yalnızca gezilecek, gezerken görülecek yer çok değil yurdumda, gezip görürken, “ben”de uyuyan bilgeliği uyandıracak çok da deneyim saklı: Yolda da özde de…
Ömrünüz, dilediğiniz gibi geçsin.